Monday, March 17, 2008

Ne gündü ama II



Sonraaa, birden uyanmışım ve bunun bir rüya olduğunu görmüşüm, dermişiim :)) Şaka, şaka :D

O iki parlak gözü ve o krış krış sesi duyunca, bir de hayvan zaten hiç hareket de etmiyordu, geri geri giderek odanın kapısını kapatmıştım hemen. Sonra birden jetonum düşmüştü. Tekrar odaya girip, yatağın hemen yanında duran balkon kapısını açıp, kendimi tekrar odanın dışına atmıştım.

Kedi olsa, çoktan hareket eder, birşeyler yapardı, diyordum kendi kendime. Tavşana da benzemiyordu. Bir türlü anlam verememiştim.

O sırada çocuklar da kalkmıştı. Birşey söylememiştim tabii. Eşim de 1-2 saate kadar gelmişti (uykulu bir şekilde :)). Önce kahvaltı etmiştik !!

Sonra çıkıp, yukarda ne tür bir yaratık var bakalım demiştik. Elimizde süpürgelerle girmiştik odaya. Çocuklar da peşimizdeydi. Odaya girdiğimizde, hiç ses yoktu.
Herhalde balkon kapısından çıkmıştır dedik. Fakat eşim yine de temkinli davranmak istemişti. İkimiz de önce odayı baştan aşağı arayıp taramıştık. En son da süpürge saplarıyla yatakların altına bakmıştık. Yaratığın altında olduğu yatağa eğilip baktığımızda birşey görememiştik. Fakat süpürgelerle yatağın altını kontrol ettiğimizde, birşeyler takılıyordu hep. Evde fener de yoktu (ama artık var :))).
Son olarak yatağı çekip, öyle bakmaya karar vermiştik.

Yatağı çektiğimizde bir de ne görelim, 2 gri, 1 sarı toplam 3 tane yeni doğumuş kedi yavruları :) Meğer benim gördüğüm (gözümde lens yoktu, flu idi ya!), zar zor yürüyen, doğurdu doğuracak bir kedi imiş. O haldeki hayvancağız tabii hoplaya zıplaya cıkamadı merdivenleri. Bir de yatağın altından gelen sesler, ve kedinin hareket etmemesinin de tek nedeni, o an yavrularını doğuruyor olmasıymış.

Hemen büyük bir oyuncak kutusu alıp, yavruları içine koymuştuk. Ben bahçeye indirecektim, fakat eşim annelerinin balkondan çıktığını, mutlaka da geri döneceğini söylemişti. Biz de kutuyu balkona koyduk. Sonra eşim biraz uyumaya çıkmıştı. Ben de çocuklarla bahçeye inmiştim.

Bahçede otururken, etrafta bir kedinin dolandığını görmüştüm. Karnının altından meme uçları sarkıyordu. Yeni doğum yapmış olduğu belliydi. Bizim evde doğuran kedi olduğunu anlamıştım. Fakat hayvan yukarıya çıkacağına, terasın kenarında taşa uzanıp beklemeye koyulmuştu. Ben kediye, kedi bana bakar durumundaydık. Herhalde kedi üst balkona çıkamıyor diye fikir yürütmüştüm. Halbuki eşim sıkı sıkı tembihlemişti beni, yavrulara sakın dokunma diye. O gelir bulur yavrularını diye.

Ama dinlemeyip ve bir koşu yukarı çıkıp, balkondaki kutuyu almıştım ve terasa koymuştum. Kedinin az ilersinde duruyordu. Fakat kedi, şöyle bir baktıktan sonra kafasını öteki tarafa çevirip, hiç ilgilenmemişti. Ben ve çocuklar heyecanla bekliyorduk ne olacak diye. Hiçbirşey olmamıştı. Kedi kalkıp bahçenin sonunda duran ağacın altına gitmişti bu sefer. Ben de biraz bekledikten sonra, kutuyu bu sefer o tarafa taşımıştım. Kedi yine oralı olmamıştı. Ben elimde kutuyla kedinin peşinde, oğlanlar da benim peşimde, oradan oraya gezinip durmuştuk.

Bahçede biraz daha dolandıktan sonra, hop diye terasın çatısına tırmanmıştı. Oradan da balkona doğru atlamıştı. Ben, oralara çıkamaz, yavrularını bulamaz derken, kedi birden balkona çıkmıştı. Aklımdan ilk geçen tabii, keşke eşimi dinlemiş olsaydım olmuştu :) Çünkü anne kedi gerçekten de yavruları için dönmüştü.

Çekirdeği yukarı yollamıştım, camın arkasından baksın kedi ne yapıyor diye. Çekirdek çıktıktan iki saniye sonra ağlayarak yanıma gelmişti. "Kedi bana kkkıhhh yaptı" diye ağlamıştı. Kedinin ne yaptığını anlamaya çalışmak için yukarı çıkmıştım. Perdeyi çektiğimde, yerde uzanıp bekler pozisiyonda olan kedi, yılan gibi tıslayarak dişlerini göstermişti. Gerçekten de korkunç bir görüntüydü. Demek ki hayvan yavrularını hala içerde sanıp, kapının açılmasını bekliyordu. Aşağıda bahçede duran yavrularını kendi yavruları olarak kabul etmemişti. Nerede bıraktıysa, orada bekliyordu.

Bu sefer aşağıdaki kutuyu yukarıya taşımıştım. Fakat perdeyi araladıkça tıslayan kediye yavrularını nasıl vereceğimi bilememiştim. Sonra ise bir cesaretle kapıyı aralayıp, kutuyu hemen dışarıya koymuştum.
Kedi saniye geçmeden bir yavruyu boynundan kapıp götürmüştü. Biz de hayvanın peşinden inmiştik tekrar bahçeye. Fakat onu görememiştik. Dakikalar sonra tekrar gelmişti ve başka bir yavru götürmüştü. Yaklaşık 15-20 dk. sonra hepsi gitmişti. Herhalde doğurduktan sonra bir yavruyu götürürken, biz odaya girmiştik. O yüzeden yoktu ortalarda.

Yavruların annelerine kavuşması içimi bayağı rahatlatmıştı. Yoksa çok üzülürdüm onları almasaydı. Biz de zaten gidecektik. Fakat ayağına kadar taşımama rağmen niçin ısrarla tanımaması ve odanın önünde beklemesi de ilginçti.

Sonuçta hepimiz mutlu olmuştuk. Bu arada bütün bu olaylar olduğunda, yani ben çocuklarla yavruları oradan oraya taşıdığımda eşim hala uyuyordu :))

Monday, March 10, 2008

Ne gündü ama


Havanın güzel olması nedeniyle Minik'le sürekli dışardayız. Minik artık hayvanları isimleriyle telaffuz ediyor. Eskiden vav vav, psii psi olanlar artık köpek, kedi oldu :)) Çiftlik hayvanlarını da garibim kitaplardan öğreniyor. Ama onların da isimleri tamam :)

Kedilere karşı daha bir ilgili. Kendi bücür boyuna bakmadan, köpek gördüğü zaman, garip sesler çıkartarak hayvancağızları korkutmaya çalışıyor. Fakat bir kedi gördümü, hemen "a a a, bat (bak), tediii (kedi)", diye şirin şirin kediye gülümsüyor. Kendisi aslan burcu olduğundan mıdır nedir, anlayamadım :)

Kedi aşağı, kedi yukarı, yol boyunca kedilerin peşinden dolanırken, aklıma bu yaz yaşadığımız bir anı geldi.

Yazlıktaydık, fakat bir düğün nedeniyle, İstanbul'a dönecektik. Biliyorsunuz, yazı ailecek birarada geçiriyoruz. 3 katlı evde, en üst katta biz, orta katta kayınbiraderlerim ve çocukları, kayınpederim ve kayınvalidem kalıyor. Alt kat ise ortak kullanım alanı.

Kayınbiraderim ve eltim bir gün önce dönmüşlerdi. K.babam ve k.annem ise sabah erkenden yola çıkacaklardı. Eşim İstanbul'daydı. Buradan işe gidip gelmek daha kolayına geliyor. O yüzden belirli günlerde uğruyordu. O sabah da İstanbul'daydı, öğlene doğru gelip bizi alacaktı.

Neyse, annemlerin sabahın yedisinde hazırlandıklarını duymuştum. Çocuklar uyuyordu. Genelde 9-10 gibi kalkarlardı. Ben de o yüzden yatağımdan hiç kalkmamıştım. Aşağıya inmeyip, yatmaya devam etmiştim. Eşim de zaten saat 11 gibi kahvaltıya gelecekti. Sonra beraber dönecektik. Saat 07.30 gibi kapının kapandığını duymuştum. Annemler gitmişti.
Ben de hemen dalmışım tekrar. Birden uykumdan uyanmıştım. Saate baktığımda, henüz sekiz olduğunu görmüştüm. Sadece yarım saat uyumuşum meğer.

En alt kattan, birisi sanki poşetleri karıştırıyormuş gibi, bir hışırtı sesi gelmişti. Kalbim deli gibi atmaya başlamıştı. Meğer beni bu ses uyandırmıştı. Hemen fırlamıştım yataktan.
Miyop olduğum için lens kullanıyorum. Lensler banyodaydı. Önce oğlanların odasına girip, onlara bakmıştım. Mışıl mışıl uyuyorlardı. Tabii o heyecanla banyoya gidip lenslerle uğraşamadım. O yüzden gözlerimi kısarak bizim kattan aşağıya, korka korka bakmıştım. Hışrtı sesi kesilmişti. Evin merdivenleri yarım spiral şeklinde döndüğü için, alt kattan gelenin kim olduğunu bizim kattan göremiyoruz.

Hışırtı kesilmişti ve onun yerini, merdivenlerden yukarıya çıkan ağır adım sesleri almıştı. Çok ağır hareket ediyor, sanki sürünüyordu. Kalbim neredeyse durmak üzereydi. Aklıma ilk gelen düşünce, sabah annemlerin eşyalarla gittiklerini gören birinin eve girmiş olmasıydı. Paniklemeye başlamıştım. Heyecan ve panik duymama rağmen, aslında oldukça soğukkanlıyımdır. Bu yüzden olsa gerek, merakım daha ağır basmıştı. Ve yukarıya gelenin kim ya da ne olduğunu görebilmek için iyice eğilmiştim. Kocaman, yuvarlak bir kütlenin sürünerek merdivenleri ağır ağır tırmandığını görmüştüm. Gözlerimi kısarak, ne gördüğümü anlamaya çalışırken, yaratık eltimlerin odasına girmişti.

Yaratık diyorum, çünkü gerçekten de ne olduğunu anlayamamıştım. Bir kediye göre fazla büyüktü ve ağır hareket ediyordu. Köpek de değildi. Bir de hangi kocaman tüylü bir hayvan sürünür gibi hareket ederdi ki?
Acaba hala uyuyup da rüya mı görüyorum diye de bir taraftan düşünmüyor değildim. Bu da neydi diye düşünmeye devam ederken, diğer taraftan jet hızıyla bizim odaya girip, telefonumu kapmıştım.

Hemen eşimi aramıştım. Uykulu bir sesle cevap vermişti bana. Ben de panik içinde bir çırpıda olanları anlatmıştım. O da net ve kısa bir şekilde "Beni uyandırdın" demişti. "Faredir, kedidir. Odanın kapısını kapat, dışarıya çıkmasın, gelince bakarIZ (burada ikimizi kastediyordu)" demişti. Süper ama, değil mi??

Önce lenslerimi bir saniyede gözüme takmıştım. Sonra etrafıma bakınıp, sopa gibi birşey aramıştım. Amerikalılar ne güzel yapıyormuş, ya yataklarının baş ucunda ya da kapı arkalarında bir beyzbol sopaları var. Her eve lazım aslında öyle bir sopa. Allahtan bizim kattaki terasta uzun saplı bir süpürge duruyordu. Onu da elime alıp, yavaş yavaş merdivenleri inmiştim.

Eltimlerin odasının önünde durup, içeriye bakmıştım. Görünürde hiçbirşey yoktu. İçeriye doğru biraz daha girdiğimde, yine tuhaf sesler duymaya başlamıştım. Sesin nereden geldiğini anlayabilmek için nefesimi tutmuştum. Ses yeğenimin yatağının altından geliyordu. Ahşap parkeye sanki birşey kazınıyormuş gibi garip bir sesti.

Yine merakım ağır basmıştı. Elimde sopa ile, yatağa fazla yaklaşmadan eğilip bakmıştım. Ben yatağın altına bakarken, aynı anda da karanlıktan iki parlak sarı göz de bana bakıyordu. Gözler dışında hiçbirşey görünmüyordu. fakat o garip ses durmamıştı, devam ediyordu..

Of, çok uzun oldu. Daha da uzayacak. Devamını yarın yazarım :)

Wednesday, March 5, 2008

Gecikmiş bir Londra gezisi :)

Söz vermiştim, Londra gezisinden bahsedeceğime. Fakat aradan uzuuuun zaman geçince, kaldı. Kuğu'cğm bana sağolsun hatırlattı :)) Ama herşey sıcağı sıcağına güzel oluyor. Dolayısıyla uzun uzun anlatmak yerine, birkaç resim yükleyeyim dedim.

Biz, Lancaster Gate'de, bu beyaz binada kaldık. Apart hotel tarzında, şık bir yer. Hem Hyde Park'a hem de metroya çok yakındı.



Burası, gece dolaşmaya gittiğimiz meşhur ve bayağı kalabalık olan Piccadilly meydanı .



Brithish Museum'dan sonra en sevdiğim müze Natural History Museum. Keşke büyük Çekirdek de yanımızda olsaydı.. Dinozorlar tam ona göreydi :))



Londra muhteşem. İstanbul'dan sonra yaşamak istediğim tek şehir. Tabii yazın ortasında gittiğimiz için, gezip tozmak daha bir zevkli oldu. Zaten şehir gezileri mutlaka güzel bir mevsimde yapılmalı. Hem günler de daha uzun oluyor, hem de tiril tiril geziyorsunuz.





Biz de zaten Hyde Park'ın tadını doya doya çıkardık, piknik bile yaptık :)
Kuğular ne güzel değil mi :)))



Bu bendeniz, elinde enerji içeceğiyle. E az koşturmadık oradan oraya :)



Bu beyaz toplar Londra'daki meşhur "The O2" konser salonunun girişinde duruyor.
Bu da sokak gibi dizayn edilmiş salona giden yol üzerindeki afişlerden bir tanesi.



Konsere girerken ne fotoğraf makinesi, ne kamera, ne de cep telefonu sokabildik. Nasıl becerdilerse, sokan vardı tabii. Fakat biz riske atmadık. Bu yüzden de o muhteşem salonu ve Prince'i çekemedik. Ama internetten indiriliyor konser. Sahne o meşhur "Prince işareti" şeklindeydi. Herzaman yanında dans eden iki kız harikaydı. Bir de ikiz oldukları için, daha bir harika durdu şovları. Biz 20 günlük konserin 1. gününe bilet aldığımız için, Princ'in performansı müthişti. Hatta konser bittikten sonra, geride kalanlar için müzisyensiz bir şov daha yaptı. Sonra da ayrı bir yerde, (disko-bar gibi) sabaha kadar after show partysi sürdü. Gençliğinde sıkı bir Prince hayranı olan eşim de muradına erdi :)))

Ünlü Harrod's mağzası, başlı başına saatlerce gezilecek bir yer. Girişte zaten harita tarzı minik broşürler alabiliyorsunuz. Böylece hangi katlarda neler var ve kaybolmadan nasıl ulaşılır, öğrenebiliyorsunuz :)
Binanın birsürü girişi var. Neredeyse her girişin önünde, soförlü, son model arabalar duruyordu. Ben, bir ünlünün inmesini beklerken, inenler hep çarşaflı arap kadınlarıydı. 4-5 kadın ve yanlarında mutlaka filipinli bir hizmetli. Kadınlar çarşaflıydı, ama süper lüks bir şekilde, son model gözlükler, marka çantalarla filan.
Ve öyle bir alışveriş yapıyorlardı ki, ağızım açık kaldı :)
Yanlarında kesinlikle eşleri yoktu. Kadın kadına dolaşıyorlardı. Erkekler ise 2-3 kişilik gruplar halinde, son model spor arabalarıyla caddelerde turluyorlardı.

Bir de Mark's and Spencer mağzaları orada buradakilerinden çok farklı, daha güzel. Ayrıca kocaman gıda bölümleri de vardı. Market gibi. Genelde yiyecek alışverişimizi bu Mark's and Spencer Food Hal'lerden yapıyorduk.

Biliyorsunuz, Londra'nın çift katlı, kırmızı otobüsleri meşhurdur. Biz de bol bol bu otobüsleri kullandık. Çok zevkliydi :) Bir de caddelerde o kadar çok kırmızı otobüs var ki, şöyle baktığınızda, bir örnek, koca koca kırmızı binalar sanki dolaşmaya çıkmış gibi :)) Bu kadar otobüse rağmen, havada kesinlikle duman, eksoz kokusu yoktu. Eşim hatta özellikle otobüsün eksozunu kokladı (gerçekten). Kesinlikle koku filan yoktu. Biz burada ne eksoz dumanıyla yaşıyormuşuz meğer :(

Aklıma ilk gelenler bunlar oldu. Dediğim gibi, sıcağı sıcağına yazmak meğer daha iyi olurmuş.

Farkettim ki, resimler ve onlara uygun yazılar kaymış. O yüzden okuduğunuzda yandaki resimle alakasız olabilir :))